Politik olanın, salt politikadan ayrılmak suretiyle sivil toplumun sınırları içerisinden yorumlanması çabası, tek başına bir gerçekliğe denk düşmemektedir. Dolayısıyla demokratik değerler ile bağlantılı olarak devletin müdahale alanı olan mecralarda insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi mücadelelerde sivil toplum kuruluşları, tek başına garantör rolü üstlenemeyecektir
Deniz Can Aydın’ın sivil toplum kavramının tarihsel dönüşümüne odaklandığı, liberal insan hakları yaklaşımına ve sivil toplum kuruluşları üzerinden hakim sivil toplum paradigmasını eleştirdiği makalesini uzunluğunu da gözeterek iki parça halinde yayımlıyoruz. Yayımladığımız bu ilk kısımda sivil toplum kuramının tarihsel gelişimi, çeşitli düşünürlerin bu kavramı nasıl ele aldıkları ve bugünkü sivil toplumun bu tarihsel gelişim ışığında nasıl tanımlanabileceğine dair tartışmalar yer almaktadır.
İkinci kısımda ise liberal insan hakları ve sivil toplum anlayışının eleştirisi yer alacaktır. (Sosyalist Demokrasi)
1. Giriş
Sivil toplum kavramı, özellikle son yıllarda literatürde ve kamuoyunda sıklıkla kullanılan ve tartışılan bir kavram olarak güncelliğini koruduğu gibi kuramsal ve kavramsal bağlamda köklü bir geçmişe sahiptir. Oldukça farklı anlayış ve geleneğin, üzerine yorumlar ürettiği bir kavram olarak sivil toplumun bugün için direkt olarak genel kabul gören bir tanımı olduğundan söz etmek zordur (Aslan, 2010: 189). Sivil toplum kavramının günümüzdeki tartışmalarda taşıdığı güncel önemin yalnızca söylem düzeyinde olduğu söylenemeyecektir; nitekim somut duruma bakıldığı zaman sivil toplum kuruluşu (STK) sayısının artışı suretiyle pratikte de sivil toplum kavramının tartışma ve karşılık alanı bulduğu görülmektedir (Onbaşı, 2005: 8-9).
Pratik alanda karşılık bulduğunu ifade ettiğimiz sivil toplum kuruluşları, ayrı ve etraflı bir inceleme başlığını hak etmektedir. Türkiye için bakıldığında 1980 askeri müdahalesi sonrası izlenen neoliberal hegemonya hattı ile ekonomik ve siyasi bütünleşme eğilimi, Türkiye’de devletin konumu ve pratikleri itibariyle toplum karşısında devleti güçlendirmek yolundaki görüşleri de yoğunlaştırmış; 1980 ve 90’lar sivil toplum kavramının siyasal söylem alanına hızla girmesine vesile olmuştur (Aslan, 2010b: 261; Onbaşı, 2005: 64-65). Niceliksel artışın niteliksel artışı da getirmediği yönündeki tartışmalardan vareste, kavramın güncelliği oranında artış görülen STK’ler, Türkiye’de Temmuz 2016 tarihinde dernek boyutunda 109 bin 898 sayısına tekabül etmiştir. Bu rakam içerisinde insani yardım ve hak savunusu temalı STK’ler oldukça yoğundur (Türk, 2016: 146-147). Bu durum, Suriye’de yaşanan iç savaş ve çatışmalar nezdinde gerçekleşen göç akımı ile birlikte daha da yoğunlaşmış görünmektedir. Bugün Suriyeli göçmenler yanı sıra birçok farklı milliyetten göçmen, Türkiye’de yer almaktadır.
Çalışmamız, sivil toplum kavramının güncel tartışmalardaki pozisyonuna nasıl ulaştığını anlamak için kavramın tarihsel dönüşümü ve tanımlama çabaları üzerinden ilerleyecektir. Bu kavramsal dönüşümde genel ilerleme noktaları ele alınacak; buradan hareketle sivil topluma atfedilen anlamın günümüzdeki hâkim paradigmadaki yansıması değerlendirmeye çabalanacaktır.
Akabinde günümüzde yaşanan siyasi ve toplumsal krizler vesilesiyle yoğunlaşan insan hakkı ihlalleriyle ilgili olarak sivil toplum faaliyetleri bağlamında STK’ler değerlendirilmeye çalışılacaktır. Burada temel olarak günümüzdeki neoliberal iktisadi ve siyasi düzendeki sivil toplum anlayışı, aynı düzenin insan hakları ile insancıllık hususlarındaki bakış açısının yansımaları ele alınacaktır. Liberal insan hakları temelinde yükselen sivil toplum anlayışının hâkim paradigması, başta mülteci alanı olmak üzere ilgili sivil toplum kuruluşları bağlamında ele alınarak eleştirel bir bakış açısı geliştirilmeye çabalanacaktır. Liberal sivil toplumculuğun açmazları üzerinden başka bir insan hakları mücadelesi mümkün mü tartışması yürütülerek, liberalizmin bireyci insan hakları teorisi karşısında militan bir insan hakları teorisinin imkanları tartışılmaya açılacaktır.
Sonuç itibariyle anılan temelden hareketle gerek hâkim sivil toplum anlayışına ve insan hakları teorisine gerekse liberal sivil toplumculuk temelinde yükselen STK’lere eleştirel bir yaklaşım geliştirilmeye çalışılacaktır.
2. Sivil toplum kavramının tarihsel gelişim ve dönüşümü
2.1. Sivil toplum kavramının genel gelişim seyri üzerine
Sivil toplum kavramı ekseninde yürümekte olan tartışmaların kökenini Antik Yunan’dan itibaren görmek mümkündür. Sivil toplum kavramı ilk olarak Aristotales’te görülmekte olup insanlar için en uygun yönetim şekli olarak tarif ettiği “politike koinonia” yasalarla tarif edilmiş kurallar sisteminde eşit ve özgür yurttaşların siyasal toplumuna tekabül etmektedir (Onbaşı, 2005: 13). Ancak bilindiği yazıları itibariyle Aristotales tarafından direkt olarak sivil toplum kavramı kullanılmadığı ifade edilmekte olup Cicero tarafından yapılan çeviride Aristotales tarafından kullanılan siyasal toplum anlamındaki “politike koinonia” kavramsallaştırmasının “societas civilis” şeklinde ele alındığı ileri sürülmektedir. Aristo’da polis olarak tarif edilen alan, yurttaşın özel alanı dışında kalan sivil toplumla eş olan siyasal toplum alanı olmaktadır (Aslan, 2010a: 190).
Kavramın günümüzdeki anlamına ulaşması noktasında 12. ve 19. yüzyıllar arasında yaşanan dönüşümler önem kazanmaktadır. Nitekim burada burjuvazinin gelişimiyle birlikte toplumsal sınıfların ortaya çıkmasının, sivil toplum hususunun gelişimine katkıda bulunduğu ifade edilmektedir (Aslan, 2010a: 192; Onbaşı, 2005: 13-14). Sivil toplum-devlet ayrımının ortaya çıkışı noktasında genellikle Thomas Hobbes’un dayanak gösterildiği görülse de 18.yüzyıla dek devlet ve sivil toplum kavramlarının aynı anlama geldiği – birbirleri yerine kullanıldığı da iddia edilmektedir (Ozan, 2018: 100). Buradan hareketle devlet-sivil toplum ilişkisini izleyebilmek adına gelişim hatları takip edilmeye çalışılacaktır.
2.2. Ortaçağ ile modern siyasi düşünce arasında geçiş: Jean Bodin ve sivil toplum
Ortaçağ ile modern siyasi düşünce arasında bir geçiş şeklinde ele alınabileceğinden Jean Bodin bir başlangıç noktası teşkil etmektedir (Onbaşı, 2005: 15). Bodin için egemenlik, siyasal topluma içkin olup, ona göre devlet, toplum üyelerini, aileleri ve dernekleri tek beden şeklinde egemenlik erkiyle birleştiren yapıya denk düşmelidir. Dolayısıyla ona göre egemenliği olmayan bir devletten, devlet şeklinde bahsedilmesi mümkün değildir (Saygılı, 2014: 189-190). Bodin tarafından sivil toplum, çok sayıda ailenin bir araya gelişi olarak tarif edilmekte; ailenin özel, devletin ise kamusal alana haiz olduğu ifade edilerek ikili arasında öz bir ayrım hedeflenmektedir. Bu çerçevede egemenlik mülkiyet ile ilişkilendirilmediği için mülkiyet aileye özgü bir husus, egemenlik ise krala ilişkin bir husus olarak tarif edilir. Netice itibariyle devlet birçok ailenin yönetimi şeklinde tarif edilirken “pater familias” özel alanından dışarı çıktığı an egemenin yetki alanına girmektedir. Dolayısıyla iki farklı ve uyumlu ilişki içerisindeki alan olarak tarif edilen devlet-sivil toplum ilişkisi, Bodin’i değerlendirmeye almayı gerektirmektedir (Onbaşı, 2005: 16-18; Saygılı, 2014: 188).
2.3. Toplum sözleşmesi kuramı ışığında sivil toplum kavramı
Toplumsal sözleşme kuramcılarının sivil toplum kavramı nezdinde durdukları yeri anlamak adına sırasıyla Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jacques Rousseau’nun görüşleri değerlendirilecektir.
Ancak ilk olarak ifade edilmesi gereken husus, toplumsal sözleşme kuramcıları nezdinde ikilik ilişkisi üzerine ortak görülen noktaya dair olmalıdır. Bu anlayışta ikilik ilişkisi sivil toplum ve devlet arasında olmayıp kuramın temelini teşkil eden “state of nature” ile sivil ve politik toplum arasındadır. Yani temel düşünce, insanların aralarındaki sözleşmeye binaen doğa durumundan sivil ve politik topluma geçtikleri iddiasıdır (Onbaşı, 2005: 19). İkilik ilişkisi arasındaki nüansların ele alınması ise kuramcıların yaşadığı dönem ve ortaya koydukları görüşlerin benimsenmesi bağlamında oldukça önemlidir.
2.3.1 Thomas Hobbes
Thomas Hobbes ile ilgili olarak konuya giriş yaparken ifade edilmesi gereken ilk husus, Hobbes’un kuramı nezdinde doğa durumunun işlevinin ne olduğunun ifade edilmesidir. Nitekim Hobbes için doğa durumunun işlevi, egemen bir güç mevcut değil iken insanların durumunun ne olacağının ortaya konulmasıdır (Savran, 2013: 37). Hobbes ve yaşadığı dönemin koşulları düşünülürse, insanların doğa durumundaki birlikte var oluşunun bir toplum içinde yaşadıkları anlamına gelmediği görülecektir. Nitekim merkezi iktidarın olmadığı bu ortamdaki durum, en kötü hal olarak tasvir edilmektedir (Onbaşı, 2005: 19). Bu durumu daha iyi anlayabilmek adına Hobbes nezdinde doğal hak kavramının neye tekabül ettiğinin de anlaşılması gerekmektedir.
Hobbes için doğal hak, her insanın kendi yaşamsal varlığını korumak adına kendi gücünü dilediği gibi kullanabilmek; nihayetinde kendi yargı gücünün ve usunun bu amaç doğrultusunda en uygun olduğunu düşündüğü her şeyi yapabilmek özgürlüğüdür (Onbaşı, 2005: 18-19; Savran, 2013: 50-51). Doğal haklar bağlamında eşit olan insanların, istekleri doğrultusunda iradelerini zor ile diğerlerine kabul ettirmeye çalışmaları, Hobbes’un “insan insanın kurdudur” yaklaşımına temel teşkil eden anlayıştır (Onbaşı, 2005: 19-20). Yani Hobbes için doğal hakların uygulanması ussal bir durumun oluşmasından ziyade savaş durumunun oluşmasına vesile olmaktadır (Savran, 2013: 50-51). Bu açıklamalar ışığında Hobbes’da doğal yasaların anlamının irdelenmesi gerekmektedir.
Doğa yasaları, usun, insanların yasa ismini verdikleri buyruklara denk düşmektedir ancak bunlar insanların kendilerini savunmasını sağlayacak şeylere dair sonuçlara denk düşmektedir. Ancak ona göre gerçek anlamda yasa, başkalarına yasal olarak hükmedenin sözüne denk düşmektedir (Savran, 2013: 51). Yani ona göre doğal yasalara toplu şekilde itaat eden insan topluluğunun kurulmasının mümkün olmaması vesilesiyle, insanlar haklarını karşılıklı olarak bir üçüncüye devrettikleri sözleşme yaparak ortak erkin hükmü altına girmeleri gerektiğini kavramaktadırlar. Yani sözleşme neticesinde ortaya çıkan devletli toplum sivil ve politik toplum kavramına denk düşmekte olup, ilgili geçiş ikiliği doğa durumu ile politik ve sivil toplum ikiliğine denk düşmektedir(Kaynar, 2005: 344; Onbaşı, 2005: 19-20). Netice itibariyle Hobbes’un doğa yasaları, doğa durumunun terk edilerek sivil toplumun kurulmasından ziyade toplumsal insanın doğa durumuna düşme tehlikesine karşı uyarı işlevi görmektedirler (Kaynar, 2005; Savran, 2013: 53).
2.3.2. John Locke
John Locke’da da sivil/politik toplumun meydana gelişi doğal durum tasviri ve ardından gelen bir sözleşme ilişkisiyle açıklanmaktadır. Hobbes’un tersine Locke’da doğal durum, insanların doğal yasalara bağlı biçimde yaşadıkları bir alandır (Kaynar, 2005: 344-345). Locke’a göre doğa durumunda mükemmel bir eşitlik ve özgürlük hüküm sürmekte olup insanlar arasında karşılıklı iyi niyet ve koruma duyguları mevcuttur (Aslan, 2010a: 194; Onbaşı, 2005: 21). Locke’a göre insanlar doğal olarak bazı haklara sahiptir ve ona göre en temel hak özgürlüktür. Burada doğal özgürlük tam ve mutlak olup aynı zamanda eşitlik ilişkisi karşılıklıdır (Savran, 2013: 41).
Locke’da ussal yaratıklar olarak ele alınan insanlar doğa yasasının kurallarını kavrar ve bu kurallara riayet eder. Yani insanlar doğal olarak bu yönde davranmaya eğilim göstermektedirler. Bu bakımdan karşılıklı hak ve ödevler, doğa durumu içerisinde hüküm süren bağımsızlık ve eşitlik ilişkileri nezdinde bir yaptırım oluşturarak bir kısım özgül toplumsal ilişkiyi işaret eder (Onbaşı, 2005: 21; Savran, 2013: 41-42).
İnsanların karşılıklı olarak hak ve ödevlerinin mevcudiyeti var olsa da, ilelebet o toplumda yer alan her mensubun bu yönde davranacağı garanti edilemeyecektir (Onbaşı, 2005: 21). İnsanlar doğa durumunda özgürlük ve mutluluk sahibi olsalar da doğal hukuk uygulamasını denetleyen ve doğa yasalarına aykırı pratiklere karşı yaptırım uygulayan bir yargıç eksikliği ve insanlar üzerinde hakkın kullanımın yaratacağı yük düşünüldüğünde bir toplumsal sözleşme ihtiyacı hasıl olacaktır (Aslan, 2010a: 194). Dolayısıyla insanlar toplumsal bir sözleşme ile yargılanma ve cezalandırma hakkını merkezi otoriteye devrederek sivil ve politik toplumu meydana getirir. Burada da görülen ikilik devlet-sivil toplum ikiliği değil doğa durumu ile politik/sivil toplum arasındaki ikilik ilişkisidir (Onbaşı, 2005: 22). Yani netice itibariyle doğa durumundan geçişin özündeki siyasal boyut, topluluk üyelerinin kendi doğal güçlerine dayanması olup herkesin doğa yasasının uygulama gücünden mahrum bırakılarak sözleşme ile bu gücün kamuya bırakılmasıdır (Savran, 2013: 48).
2.3.3. Jean Jacques Rousseau
Jean Jacques Rousseau için doğa durumunda herkesin temel ihtiyaçlarını kendi nezdinde karşılayabildiği ve başka muhtaçlık duymadığı bir hal söz konusu olup ihtiyaçların karşılanması adına başkaları ile mücadele etmek gerekliliği mevcut değildir. Yani özel mülkiyet ve buna bağlı gelişmiş eşitsizliklerin söz konusu olmadığı bir durum vardır (Onbaşı, 2005: 22). Rousseau tarafından sözleşmeye varan süreç açıklanırken ilk olarak en ilkel gereksinimler karşılanırken, karşılaşılan doğal engellerle yüz yüze gelinmesinden bahsedilir ve bu dönüşüm neticesinde insanın aile aşamasına ulaşması ele alınır. İkinci aşamada ise iş bölümü ve özel mülkiyetin ortaya çıkışı meselesi ele alınmaktadır. Yeni gelişmeler ışığında ivmelenen sürecin ise kendisini savaş durumu şeklinde üretmesi kaçınılmaz görülmektedir (Savran, 2013: 62-63). Dolayısıyla birbirine yeten insanlardan teşekkül eden doğa durumundan, politik ve sivil topluma geçişin özel mülkiyet vesilesiyle olduğu belirtilmektedir (Onbaşı, 2005: 23).
Netice itibari ile Rousseau’da toplumsal sözleşme ile doğa durumunun sona ermesiyle geçiş yapılan düzendeki ikilik, Hobbes ve Locke’da olduğu gibi doğa durumu ve politik-sivil toplum arasındadır. Temel olarak ise özel mülkiyet ilişkisinin esas alındığı anlaşılmaktadır.
2.4. Devlet ikili bağlamında ele alınmaya başlanan sivil toplum kavramı: Adam Ferguson ve Adam Smith
18. yüzyıla gelindiğinde Adam Ferguson’ın 1767 tarihli ve “ Sivil Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme” isimli çalışmasında da görüleceği üzere devlet ve sivil toplumun birbirinden farklı mecraları tarif eden kavramlar olarak ele alındığı görülmektedir (Ozan, 2018: 100). Ferguson tarafından ilgili eserinde sivil toplum kavramı dar anlamıyla değerlendirilirken doğa halinin karşıtı olarak düzenli yönetim ve siyasi bağlılığı olan bir toplumu – yani devleti- ifade etmektedir. Kavramı geniş anlamıyla ele aldığında ise medenileşme itibariyle despotik girişimler ve vahşi toplum karşısında uygar olan bağlamında değerlendirilmektedir (Aslan, 2010a: 194). Ferguson tarafından insanın toplumsallığı, yine onun doğasında var olan duygudaşlık kavramı ile izah edilir ve bu yeteneğin sivil toplumun temellerini teşkil ettiği ifade edilir (Kaynar, 2005: 347).
Ferguson tarafından sivil toplum iyi olarak tarif edilse de yönetici ve askerlerin sivil unsurlarından ayrılmasının yönetime dönük tehlike yaratacağı düşünülmektedir. Yani sivil toplum direkt olarak devletten ayrı bir yaşam alanı olarak tasnif edilmiş değildir (Aslan, 2010a: 196). Bu durum akılda tutularak devam edilirse Ferguson tarafından modern sivil toplumun varlığını sürdürebilmesi adına, egemenin anayasal bir devlete ihtiyaç duyduğu belirtilir. Ancak bu devletin aynı zamanda yurttaşlara ait sivil özgürlükler ve bağımsız örgütlenmeler için tehdit oluşturduğu belirtilmektedir (Ozan, 2018: 100). Ferguson tarafından bu ikilemin aşılması adına bozucu etkilere karşı koymanın en iyi yönteminin yurttaş örgütlenmelerinin artırılması ve güçlenmelerinin teşvik edilmesi önerilmektedir (Aslan, 2010a: 195-196). Bu tarifin önemli bir kırılma noktası olduğunun altı çizilmelidir.
Adam Smith ise piyasa süreçleri ve ekonomik faaliyetleri, medeni yaşamın genel ele alınışı içerisinde bir araya getirmeye çabalamıştır. Devlet müdahalesinin söz konusu olmadığı bir piyasada milletlerin zenginliğinin daha etkin sağlanabileceğini ileri süren Smith, sivil toplumu bu noktadan hareketle devletten ayrı ve piyasa ile örgütlenen bir alan olarak tarif etmektedir. İş bölümü hususu sivil toplum ve onun ahlaki gelişiminde merkezi rol oynamakta olup, piyasa ilişkileriyle şekillenen sivil toplumun bireyi, kendi çıkarlarını en yükseğe çıkartmak isteyen ekonomik insan şeklinde belirtilmektedir. Yani burada sivil toplumun temellendiği sosyal yapı, kişisel çıkar arayışındaki bireylerin karşılıklı bağımlılık ilişkilerine denk düşmektedir (Kaynar, 2005: 347- 348).
2.5. Devlet-sivil toplum ikiliğinin ele alınışında radikal dönüşüm: Hegel, Marx ve Gramsci
Sivil toplum kavramının tarihsel dönüşümünü ele alırken Hegel, Marx ve Gramsci’nin birlikte ele alınma sebebi, her üç düşünürün ortaya koyduğu kuramsal çerçevenin birbiri ile yakından ilişkisidir. Bu yakın ilişkilenmeler içerisindeki gidiş hattı sırasıyla takip edildiğinde, düşünürlerin birbirlerinden etkilendiği noktalar anlaşılabileceği gibi düşünceler üzerinden getirdikleri eleştiriyle ortaya koydukları iddialar daha etkili biçimde anlaşılabilecektir. Dolayısıyla sıralama itibariyle Hegel, Marx ve Gramsci şeklinde bir ilerleme hattı izlenecektir.
2.5.1. Georg Wilhelm Friedrich Hegel
Toplum sözleşmesi kuramcılarının görüşlerinde ifade edilen siyasal toplum ile sivil toplumu aynı anlamda kullanan bakış açısı, Hegel’de sivil toplum ve devlet ikiliği şeklinde ele alınmıştır (Onbaşı, 2005: 29). Hegel’de iki adet devlet tanımının mevcut olduğu görülmektedir. Bu tanımlardan ilki hükümdar, yürütme ve meclisten teşekkül eden siyasal devlettir; ikincisi ise gelenek, ahlak ve din ile birleştirilmiş etik bir toplum olarak tarif edilen evrensel devlettir. Dolayısıyla Hegel’in tanımlamalarında görüldüğü üzere kendisi, devlet ve sivil toplum arasında karşılıklı bir ilişkinin var olduğunu tarif etmektedir (Ozan, 2018: 100).
Hegel için aile, sivil toplum ve devlet olmak üzere üç farklı etik alanın mevcut olduğu görülmektedir (Aslan, 2010a: 199; Kaynar, 2005: 348). Aile yaşamındaki ilişkiler sevgi ve saygı temelinde yönlenmekteyken, sivil toplum tikellik alanına tekabül etmektedir (Onbaşı, 2005: 30). Devlet ise siyasal yaşamın organik birliği olarak tezin – yani ailenin – ve antitezin – yani sivil toplumun – sentezine tekabül etmektedir. Nihayetinde sivil toplum, bu anlayışta devlet ve aile arasında kalmakta olan, bu alandaki bütün ilişkileri içeren ekonomik olarak özgür ve de bağımsız kişiler olarak katılım sağlanan sosyal ilişkiler sistemi olarak tarif edilmektedir (Kaynar, 2005: 348-349). Yani Hegel için sivil toplumun temel mecrası ihtiyaçların, polisin, hukukun, ortaklıkların ve pazar ekonomisinin mecraları şeklinde ele alınmaktaktadır (Ozan, 2018: 100).
Hegel, sivil toplumun iç işleyişini ele alırken sivil toplumun temel dinamiğini kişisel ihtiyaç ve çıkarların tatmini olarak tarif eder ve bireyin bu alanda kendi çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini belirtir. (Kaynar, 2005: 349). Yani sivil toplumda hakim ilke tikellik ilkesi olup burada birey yalnızca kendi özel amacına yönelmektedir (Savran, 2013: 207). Ancak Hegel tarafından sivil toplumda özel mülkiyet ilişkilerinin varlığı da öngörüldüğünden, karşılıklı bağımlılık ilişkileri meydana gelecektir. Bireyler ilişkilendiği oranda hem kendilerinin hem birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar (Onbaşı, 2005: 30). Burada altı çizilmesi gereken husus, sivil toplumda bireylerin karşılıklı bağımlılıklarında var olan örtülü evrenselliğin, bireylerin özgürce ve bilinçli olarak ulaştıkları bir tümel olmaktan ziyade, onlara dışarıdan dayatılan bir güç olduğudur. Yani birey zorunluluğun karşısında özgür olmaktadır (Savran, 2013: 209).
Siyasi toplumdan ayrı bir alan olarak sivil toplum alanının, devlet tarafından düzenlenerek egemenlik altında tutulması gerekmektedir. Nitekim sivil toplum, yukarıda açıklandığı üzere özel çıkarların rekabeti nezdinde istikrarsız bir pozisyona gelebilmektedir (Aslan, 2010a: 199-200). Bu bakımdan birey istenci ile genel istenç arasında tam bir uyumdan söz edilemeyeceği için, bireyin davranışlarına genelin esas yapılması yalnızca devlette tam olarak mümkün olabilecektir. Yani özel çıkarlar ve çatışmanın alanı olarak sivil toplumun varlığı söz konusu olup, devlet ise bu çatışma unsurları ile özel çıkarları sentezleyen bir yapıya denk düşmektedir (Onbaşı, 2005: 31). Keza Hegel’de polis ya da kamu otoritesi tartışması, özel mülkiyet haklarının edimselleşmesi için gerekli genel koşulların sağlanmasına denk düşen bir organ olup tekil kişilerin çıkarlarının ötesine geçtiği oranda evrensele yöneliktir (Savran, 2013: 219-220).
Netice itibariyle sivil toplum ve onun barındırdığı kurumların devletin kontrolüne tabi olduğu açıktır. Burada Hegel tarafından sivil toplum ve devlet arasında bir ayrılık görülse de devlete sivil toplumdaki adaletsizliklere müdahale edebilme imkanı çizilmiştir. Hegel’de devlete atfedilen kutsiyet de bu bağlamda anlaşılır olmaktadır (Aslan, 2010a: 200; Onbaşı, 2005: 32). Bu bakımdan Hegel için sivil toplum ve devlet, karşıtlık ilişkisi içerisinde yer aldığı kadar aynı zamanda karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde yer almaktadır. Ancak açıklamalar ışığında anlaşıldığı üzere Hegel’in anlayışında öncelik devlete aittir (Onbaşı, 2005: 33).
2.5.2. Karl Marx
Karl Marx tarafından sivil toplum devlet ayrımı yapılırken, Hegel’in getirdiği çözümlemenin eleştirisinin başlangıç noktasını teşkil ettiği görülmektedir (Kaynar, 2005: 349; Onbaşı, 2005: 33). Marx’a göre burjuvazi ile gelişen sivil toplum, üretici güçlerin ulaştığı belirli evrimsel gelişimde ortaya çıkan bireyler arasındaki ekonomik ilişkilerin tümünü ifade etmektedir (Aslan, 2010a: 200). Yani Marx tarafından yapılan bu tarife göre sivil toplum, bireylerin politik etkinliklerinin dışında bireysel ve ekonomik ilişkilerinden teşekkül etmiş bulunan maddi etkinlik alanına denk düşmektedir. Hegel’i adeta ters çeviren Marx için asıl olan sınıflar arası eşitlik ve çatışmanın alanı olarak ekonomik ilişkilerin yaşandığı sivil toplum mecrasıdır (Onbaşı, 2005: 34).
Marx, feodalizmde sivil toplumun doğrudan siyasal bir nitelik taşıdığını belirtmiştir. Mülkiyet, aile, çalışma tarzı şeklindeki sivil toplum öğelerinin çeşitli biçimlerde siyasal yaşam boyutuna taşındığını ifade etmektedir. Feodalizmin yapılarının yıkıldığı durumda ise bir ayrışma yaşanarak, kapitalizmle birlikte sivil toplumun siyasal karakterinin ortadan kalktığını ileri sürmektedir. Dolayısıyla devlet ve sivil toplum, kapitalist üretim ilişkilerinin kurulumu ve devamında eşit güç ve öneme haiz olmaktadır(Kaynar, 2005: 350; Ozan, 2018: 106). Marx’a göre devletin amacı sivil toplumu aşmak değil, tam aksine sivil toplumdaki mevcut ilişkilerin aynen devamını sağlamaktır. Bu vesileyle devletle beraber sivil toplum yeniden üretilmek suretiyle sömürü ilişkilerinin devamına yol açacaktır (Aslan, 2010a: 201). Yani Hegel’in aksine sivil toplumun çatışmalarını uzlaştırmaktan söz etmemektedir. Burada ona göre bahsi geçen durum, modern devletin sivil toplumdaki tikel çıkarları pekiştiren baskıcı bir kurum olarak burjuvazinin elindeki bir hizmet aracı olduğudur (Onbaşı, 2005: 34-35).
Genel olarak bu açıklamalardan hareket edildiğinde sivil toplum-devlet ikiliğinin, Marx nezdinde kapitalist üretim ilişkilerinin özgüllüğünün üzerine yerleştirildiği görülmektedir. Marx’ın eleştiri yaklaşımıyla birlikte düşünüldüğünde ise sivil toplum eleştirisinin, yalnızca kapitalizm gerçekliğine dönük değil, aynı zamanda bu gerçeklik zemininde yükselen ideolojinin de eleştirisini ihtiva ettiği görülmektedir (Savran, 2013: 286-288). Yani Marx’ta görülen iki farklı sivil toplum tarifine rağmen her iki durum için de önemli bulunan nokta, egemenlik ilişkilerine dayalı her toplumda devletin, sivil topluma ait çatışmalardan vareste olmak bir yana, onların bir yansımasına denk düştüğüdür (Onbaşı, 2005: 34).
Marx’ın Hegel eleştirisi üzerinden önerdiği çözümü ele almak faydalı gözükmektedir. Hegel yukarıdaki tartışmalar üzerinden devam edildiği halde sivil toplumun çelişkili yapısını fark edebilmiş olsa da bu yapıyı olduğu şekliyle kabul ederek, bu toplumdaki çelişkileri aşabilmek amacıyla devletin varlığını öngörmüştür (Onbaşı, 2005: 36). Marx’ın önerdiği çözümde ise sivil toplum/burjuva toplumu ve devlet düalizminin aşılması gerekliliğinin altı çizilmektedir (Kaynar, 2005: 351). Marx’ta sivil toplum ve devlet ilişkisi, içsel bağlılık taşıdığı ve ilkinin belirleyici olduğu diyalektik bir ilişkiye denk düştüğü için, sorunun çözümünde sivil toplumun köklü şekilde dönüşümü gerekliliği yatmaktadır (Onbaşı, 2005: 37). Marx’a göre devlet, kapitalizmde temel unsur olan özel mülkiyeti koruyan kamusal kurum olduğu için sivil toplumdaki çelişkilerin çözülmesi adına özel mülkiyetin kaldırılması gerekliliği söz konusudur (Aslan, 2010a: 201). Bu noktada proletaryanın sivil toplum üzerinde denetim kurmak adına sürdürdüğü mücadele, devletin yok olmasını sağlayacaktır (Onbaşı, 2005: 37). Marx’ın sivil toplum devlet düalizmini aşabilmek adına proletaryaya gidişi, proletaryanın sivil toplumun içinde yaşamasına rağmen onun avantajlarından yararlanamayarak parçası olmayan tek sınıfa denk düşmesindendir (Kaynar, 2005: 351).
2.5.3. Antonio Gramsci
Antonio Gramsci, Marksist literatürde sivil toplum tartışmaları içerisinde anılan en önemli isimlerdendir. Nitekim Gramsci de önemli bulunan hususun, Marx’ın aksine sivil toplumu iktisadi ilişkiler ağından ayırmak suretiyle daha çok üst yapıya ait ideolojik-kurumsal verilerle ilişkilendirdiği; rızanın kurulması ve hegemonyanın inşasında işlevi olan, ideolojik araçların işlediği bir alan şeklinde tarif etmesidir (Ozan, 2018: 104). Yani Gramsci’de sivil toplum yapısal olmaktan ziyade üstyapısal bir momente ait görülmektedir. Ayrıca Marx’tan farklı olarak Gramsci’de sivil toplum ideolojik-kültürel ilişkileri tümünü; ticari yaşamın tümünü değil tinsel ve düşünsel yapının tümünü içermektedir (Bobbio ve Texier, 1982: 18-19).
Gramsci’de temel olarak sivil toplum – devlet ikiliğine yaklaşırken hegemonya kavramının temel bir rol oynadığı görülmektedir (Kaynar, 2005: 353). Gramsci’ye göre kapitalizmin mevcut içsel çelişkisine rağmen varlığını devam ettirebilmesi yalnızca ekonomik indirgemecilik ile açıklanamayacak olup; temel soru çoğunluğu teşkil eden sömürülen sınıfın aleyhlerine gelişen bu toplumsal düzeni nasıl kabul ettiğidir. Bu noktadan hareketle hegemonya yaklaşımı ve sivil toplum meselesi daha iyi anlaşılabilecektir(Gramsci, 2010: 230-234; Onbaşı, 2005: 37-38). Öz olarak Gramsci’de sivil toplum, siyasal hegemonyaya doğallık görüntüsü veren bir araç olarak kullanılmakta, bu vesileyle hegemonyayı tesis eden grubun çıkarına hizmet edilmektedir. Yani sivil toplumun ilkesi hegemonya, devletin ilkesi olarak da tahakküm söz konusu olup, kültürel politikanın alanı olan ve ekonomiden ayrı sivil toplum rıza üretmektedir. Siyasi toplum olarak devlet ise cebir ve tahakküm ilişkilerini üretmektedir (Aslan, 2010a: 207).
Marx’a göre daha karmaşık bir yapı ortaya koymuş olan Gramsci’de kısmen çakışan ikili bir yapının teşekkül ettiği söylenebilecektir. Bunlardan ilki yapı ile üstyapı arasındaki ikiliğe tekabül eden zorunluluk ve özgürlük arasındadır; diğeri ise ideolojiler ile kurumlar arasındaki ikili yapıya denk düşen güç ve rıza arasındadır (Bobbio ve Texier, 1982: 29). Dolayısıyla Gramsci’ye göre sınıf tahakkümünün yalnızca ekonomik güç vesilesiyle mümkün olamayacağı; bunun yanı sıra sivil toplumda rıza ve onaya dayalı bir egemenliğin kazanılarak sivil toplumun yönlendirilmesi ile ilgili olduğu düşünülmektedir (Onbaşı, 2005: 38). Örgütlü konsensüs olarak tarif edilen hegemonya kavramı Gramsci için iki işlev taşımaktadır. Bunlardan ilki, hegemonyanın gerek sivil toplum içindeki rıza ile gerekse devletin baskı araçları yani politik toplum vesilesiyle kendisini yeniden üretmesini işaret etmektedir (Kaynar, 2005: 354). Netice itibariyle Gramsci için sivil toplum ekonomi temelinde tanımladığı toplumsal sınıflar açısından ideolojik, kültürel ve siyasal mücadelelerin alanıdır. Bu bakımdan bu mücadele alanının hegemonya mücadelesinin yaşandığı alan olarak ele alınması gerektiği tartışmasızdır. Bu mücadelenin galibi olan sınıf, çıkarlarını toplumun farklı kesimlerinin rızasını kazanmak suretiyle aktarabilmiş olan sınıfa denk düşmektedir (Onbaşı, 2005: 38-39).
Tüm bu açıklamalar ışığında görüldüğü üzere Gramsci için devlet, siyasal toplum ile sivil toplumun toplamına denk düşmektedir (Kaynar, 2005: 354; Onbaşı, 2005: 38). Aslında Gramsci’nin düzenlenmiş toplum olarak adlandırdığı devletsiz toplum, hegemonya mücadelelerinin alanı olan sivil toplumun genişlemesinden doğmakta olup, siyasal toplumca işgal edilmiş tüm alanları hegemonya momentinin genişlemesinden doğmaktadır. Dolayısıyla o ana kadar var olan devlet, sivil toplum ile siyasal toplumun, hegemonya ile egemenliğin diyalektik ilişkisel bütününe denk düşmektedir (Bobbio ve Texier, 1982: 38-39). Netice itibariyle gerçekte bu ayrımın Gramsci için metodolojik bir ayrıma denk düştüğü; nihayetinde devlet ve sivil toplumu tek/benzer nitelikte gördüğü görülmektedir (Ozan, 2018: 105). Sonuç olarak hegemonya mücadelelerinin ve bir noktada çatışmanın mecrası olarak sivil toplum, sürekli olarak birbirine nüfus eden bir sürece denk düşmektedir (Onbaşı, 2005: 39). Görüldüğü üzere Gramsci, klasik Marksist gelenekte görülen sivil toplum analizinin temelindeki sivil toplum – alt yapı ilişkisini kopartmak suretiyle sivil toplumu, politik toplumla birlikte üst yapının bir parçası haline getirmektedir. Dolayısıyla sivil toplumu hem mevcut düzenin devamı ile ilişkili olarak ele alıp hem de sosyalist toplumsal düzenin kuruluşu konusunda bir araç olarak işlevsel kılar. Yani Gramsci tarafından hegemonya, sadece sınıf mücadelesinin alanı olmaktan çıkarılarak sınıf baskının aşılması adına bir araç haline de getirilmiştir (Kaynar, 2005: 354-355).
Sırasıyla Hegel, Marx ve Gramsci’den hareketle sivil toplum mecrasına denk düşen mücadele ve çatışma alanları tarif edilmeye çalışılmış olup kavramsal gelişim ve dönüşümün günümüze uzanan izdüşümlerini anlamak adına güncel tanımlamaların neye denk düştüğü izah edilmeye çabalanacaktır.
3. Günümüze ulaşan sivil toplum kavramı: Liberal yaklaşım ve güncel tanımlama çabaları
Geçmişten günümüze ulaşan sivil toplum kavramının modern dönemde de oldukça önemli bir tartışma başlığı teşkil ettiği görülmektedir. Bugün modern anlamıyla sivil toplum kavramının değişimi, eleştirilerek belirli bir zeminde yükselişinin dört kriz etrafında şekillendiği ifade edilmektedir (Onbaşı, 2005: 43-44):
- Sovyet deneyimi ve merkezi planlama içerir ekonomik sistemlerin ortadan kalkış süreci ile birlikte devlet kontrolünün verimsiz bir mekanizma olduğu yönündeki düşüncelerin ileri sürülmesi,
- Zorunlu ekonomik kalkınmaya dayalı siyasal sitemlerin rızaya dayalı egemenliğe izin vermediği iddiası,
- Sosyal demokratların kapitalist siyasi ve iktisadi sistemin, işçi sınıfı üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi kendi cephelerinden engelleme girişimlerinin başarısızlığı,
- Klasik devlet temelli stratejilerin zayıflamasına bağlı olarak klasik muhalefetin de süreçten olumsuz etkilenmesi.
Tüm bu gelişmeler ışığında günümüze ulaşan sivil toplum kavramsallaştırmasında belirli faktörler etkili olmuştur. Özellikle refah devletinin kriziyle birlikte devletin sivil topluma yönelik müdahaleleri tartışmalı görülmüş; her tür devlet müdahalesinden özgürleşmiş bir piyasa savunusu ile bireyciliğin mecrası olarak sivil toplum tartışması gündem olmuştur (Ozan, 2018: 99). Bu bakımdan bütün açıklamalar ışığında modern dönem tartışmalarında sivil topluma olumlu anlam atfedilen dönüşüm 1980’ler ve 90’lara uzanan süreçte yaygınlık kazanmaya başlamış olduğu görülmektedir.
1980’li yıllarda literatürde yeniden yoğunlukla tartışılmaya başlanan sivil toplum kavramının hakim paradigmada iki amaca hizmet ettiği düşünülebilecektir. Bunlardan ilki, dönemin devletlerinin siyasal-iktisadi rejimleri düşünüldüğünde iktidarı elinde bulunduran ve toplumu politik amaçları doğrultusunda dönüştürmeye çalışan amaçlardan vareste de bir toplumun var olduğu iddiasıdır. Yani sivil toplumun güncel anlamını savunan liberal eğilim, toplumun siyasal saiklerin basitçe nesnesi olarak ele alınamayacağı iddiasından hareket etmektedir. İkinci olarak toplumu kalıcı dönüştürmenin devlet mekanizmasında hakimiyeti ele geçirerek toplumu dönüştürmekle değil, toplumsal süreçlerde hâkim özne olarak devleti dönüşmeye mecbur bırakmak olduğunu vurgulamak istemişlerdir. İşte güncel tartışmalarda ve hakim paradigmada sivil toplum, bu vurguları temel alan bir araç şeklinde değerlendirilmektedir (Kaynar, 2005: 356-357).
Sivil toplum kavramının gelişimi ve güncel söylem incelendiğinde, artık yalnızca batının sivilleşmiş (civizlied) toplumunu değil, evrenselleşmiş ve dünyadaki devlet-toplum ilişkilerini, demokratik sistemin etkililiğini analiz etmek adına bir teorik araç; devlet toplum ilişkilerinde olması gereken biçimlere gönderme yapan bir küresel söylem ve otoriter eğilimlere karşı gelişen siyasal hareketler için yeni bir niteliği ifade ettiği görülmektedir (Kaynar, 2005: 355). Güncel tartışmaların yapısı incelendiğinde temel olarak iki başlıkta ilerlediği görülmektedir. Bunlar sivil toplum yapılarının incelenmesi, tanımlanması ve sivil toplumun demokrasi ile ilişkisini ele alan yaklaşım tarzlarıdır (Onbaşı, 2005: 44-45). Sivil toplum kavramını merkeze alarak, sivil toplum ile demokrasi arasındaki konularda bir çözüm aracı olarak tarif eden yaklaşımların ortak noktasında, devlet ve sivil toplum arasında karşıtlık içerir bir ikilik kurmuş olmalarıdır (Ozan, 2018: 99-100). Özellikle “reel sosyalizmin çöküş süreci” olarak tarif edilen süreçlerden “demokrasi” olarak iddia edilen rejimlere geçiş sürecinde demokratik toplumun temel kurucu öğesi ve de bireysel özgürlükler alanının genişlemesinin önemli etkenlerinden birisi olarak sivil toplum görülmüştür (Aslan, 2010a: 202).
Güncel haliyle sivil toplum ve devlet ikiliğindeki demokrasi kavramı ilişkisinin anlaşılması adına, güncelde kavrama yüklenen tanımların neler olduğunu anlamak gerekmektedir.
Bir tanıma göre sivil toplum, örgütlü sosyal yaşamın kendi kendini ürettiği ve kendisini destekleyen, devletten özerk bir yasal düzen ya da ortak kurallar ile bağlı olan alanına denk düşmektedir. Bu bakımdan sivil toplum özel alan ile devlet arasında duran aracı bir kuruma denk düşmektedir (Onbaşı, 2005: 45-46). Gellner tarafından yapılan tanıma göre ise sivil toplum, devlet iktidarının mutlak bir biçimde egemenliğinin inşasını önleyen hükümet dışı organizasyonlar kümesine denk düşmektedir (Ozan, 2018: 101). Daha geniş bir tanıma göre sivil toplum, hukuksal bir düzen ile sınırlı, devletten özerk mahiyette toplumsal yaşam alanı olarak tanımlanmakta; devlet ile birey arasındaki müzakere ve birleşmenin zorlamaya dayanmadan gerçekleştiği bir ara mecra olarak da tarif edilmektedir (Aslan, 2010b: 262-263).
Sivil toplumu hâkim yaklaşım olan devlet sivil toplum karşıtlığından vareste, ekonomi ve devlet alanları arasında aracı şeklinde ele alan görüşler mevcuttur. Örneğin Cohen ve Arato’ya göre sivil toplum, ekonomiyle devlet arasındaki sosyal ilişkiler alanı şeklinde tarif edilmektedir. Onlara göre sivil toplum, ekonomi ve devlet arasında yer alan ve de özellikle gönüllü örgütler ile toplumsal hareket formlarını kapsayan, sınıf temeline dayanmayan kolektif bir eylem mecrasıdır (Aslan, 2010b: 263; Ozan, 2018: 101). Demokrasi ve devlet-sivil toplum ikiliği görüşlerinden devam edildiği takdirde Keane’in tanımı da önem kazanmaktadır. Ona göre sivil toplum şiddete karşı, kendi başına örgütlendiren ve hem birbirleriyle hem de onların eylemlerini sınırlayan; devlet kurumları ile devamlı gerilim içerisinde bulunan yasal koruma altındaki devlet dışı kurumların dinamik bir topluluğuna denk düşmektedir (Onbaşı, 2005: 46).
Sivil toplum kavramına güncel yaklaşımların her birisini aktarmanın güçlüğü ve çalışmamızın kapsamını aşacağı gerçeği göz önünde bulundurulursa, devlet- sivil toplum ikiliğini demokrasi kavramı ile ele alanların temel dinamiklerinin ne olduğunun anlaşılmasının izahı ile yetinilmeye çalışılacaktır. Bu görüşün genel olarak savunusu, devletin baskısı karşısında devletin etkililiği ve bu yöndeki etkinliğinin sınırlanması gerekliliğini savunmaktadırlar. Yani bu sınırlamanın, sivil toplum içinde ve vasıtasıyla devlete karşı kurulacak baskının örgütlenmesiyle mümkün olduğunu ifade etmektedirler (Ozan, 2018: 101). Bu noktada tartışmanın odağına, sivil toplumun özneleri ve faaliyetleri itibariyle sivil toplum kuruluşları (STK) girmektedir. Sivil toplumun önemli birer öznesi olarak STK’ler, az önce bahsedilen süreçlerin gerçekleştirilmesi adına bireylerin haklarını kullanarak sorumluluklarını kabul ettikleri bir mecra olarak tarif edilmekte; dolayısıyla bireyden vatandaşa dönüşülen birer demokrasi okulu olarak tarif edilmektedirler (Onbaşı, 2005: 57).
Ancak az sonra açıklayacağımız üzere sivil toplum ve demokratikleşme arasında zorunlu ve mutlak bir paralellik bulunduğunun ileri sürülmesi tek başına gerçekçi gözükmemektedir. Nitekim güncel demokrasi tartışmalarında, demokrasi temel olarak uyumdan ziyade politik çatışmanın mecrası olarak kabul edilmektedir (Onbaşı, 2005: 56). Keza sivil toplumun mikro boyutu da çok sayıda çatışmayı ve güç odağını içerdiği gibi; bu ilişki sonucunda baskı ve dışlama noktalarının bu mecrada da gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Yani özne ve özsel olarak sivil toplum kuruluşları da çelişkili ve değişken yapıda olabilirler. Hatta STK’ler da dönemsel olarak demokratik gelişmelere katkı sunabilecekleri gibi bu olguya düşman pratikler sergileyebileceklerdir (Aslan, 2010a: 202-203). Bu durum ve karşılıklarının daha iyi anlaşılması adına bir diğer noktanın siyasal karşıtı siyaset (anti political politics) kavramı olduğu kanaatindeyiz. Siyasal karşıtı siyaset, sivil toplum ve demokrasi arasındaki ilişkiyi de betimlemekte olup, sivil toplumu sadece demokratikleşme hedefine ulaşmak adına bir araç olarak düşünmeyerek bir yandan temel hakları garanti altına alan bir siyasal düzeni, diğer yandan da iktidarı toplum lehine değiştiren piyasa mekanizmasının kurulmasına yönelik düşünceler bağlamında ele almaktadır. Nihai olarak sivil toplum içerisinde bir araya gelen bireylerin kendi yaşam biçimlerini devletin siyaset yapılan mekanizmaları dışında bir yerde konumlandırarak, bu mekanizmalara başvurmaksızın siyaset yaptığı bir iddiayı içermektedir (Kaynar, 2005: 357-358).
Sonuç olarak sivil toplumun karmaşık yapısını demokrasinin varlığı ve gelişmesinin garantörü şeklinde kavrayan sivil toplumcu yaklaşım, liberal demokrasinin özgür sivil toplumu temin eden siyasal-hukuki biçimini olumlu bulmaktadır. Yani liberal demokrasinin siyasal, hukuksal ve toplumsal kurumlarını bu ikilik içerisinde takdir eder ve korumaya yönelir. Bu bakımdan anılan yaklaşım, bireysel hak ve özgürlükler ile yeni toplumsal hareketlerin gelişimini bu çerçeve içerisinde değerlendirmektedir. Ancak yukarıda da izah edildiği üzere piyasanın, insanın tüm eylem ve değerlerinin bu bağlamda güvence altına alınması iddiası tek başına gerçekçi bir zemine oturmamaktadır (Ozan, 2018: 102-103). Politik olanın, salt politikadan ayrılmak suretiyle sivil toplumun sınırları içerisinden yorumlanması çabası, tek başına bir gerçekliğe denk düşmemektedir. Dolayısıyla demokratik değerler ile bağlantılı olarak devletin müdahale alanı olan mecralarda insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi mücadelelerde sivil toplum kuruluşları, tek başına garantör rolü üstlenemeyecektir.
Sivil toplum-devlet ikiliğinde STK’lerin salt olarak demokrasinin, otoriter/totaliter rejimlere karşı mücadelenin ve insan hakları mecrasının garantörü olarak ele alınamayacağı fikrinden hareketle, hâkim liberal dalganın sivil toplum-devlet ikiliğinde sivil topluma biçtiği anlam üzerine eleştirel bir yaklaşım getirilmeye çalışılacaktır. Bu noktada çerçevenin daraltılması adına liberal insan hakları yaklaşımı çerçevesinde örgütlenmiş bulunan STK’ler ve liberal insan hakları yaklaşımının, güncel sivil toplum kavramlaştırması nezdinde bir kısım eleştirisi yapılmaya çabalanacaktır. Nitekim burada amaç, günümüz STK’lerine liberal bakış açısıyla biçilen rolün; tek başına adeta her şeyin çözüm odağı olarak görülen anlayışın üzerine düşünmeyi sağlamaktır.
Kaynakça
- Akbaş, K. (2015). Kışkırtıcı Bir insan Hakları Analizine Giriş. İçinde Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları: Eleştirel Bir Yaklaşım. NotaBene Yayınları.
- Akdağ, İ. (2017). Kapitalist Üretim Tarzı ile Savaş Arasındaki İlişkinin Diyalektik Bir Analizi [Doktora Tezi]. Ankara Üniversitesi.
- Aslan, S. (2010a). Sivil Toplum: Kavramsal Değişim ve Dönüşüm. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 9(33), 188-212.
- Aslan, S. (2010b). Türkiye’de Sivil Toplum. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 9(31), 260-283.
- Bobbio, N., & Texier, J. (1982). Gramsci ve Sivil Toplum (E. Göksel, Ed.; A. İpek & K. Somer, Çev.). Savaş Yayınları.
- Douzinas, C. (2015). Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları: Eleştirel Bir Yaklaşım (R. Sağlam & K. Akbaş, Çev.). NotaBene Yayınları.
- Douzinas, C. (2018). İnsan Haklarının Sonu (İ. Yıldız, Ed.; K. Akbaş & U. D. Tuna, Çev.). Dipnot Yayınları.
- Gramsci, A. (2010). Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935 (D. Forgacs, Ed.; İ. Yıldız, Çev.). Dipnot Yayınları.
- Kaynar, M. K. (2005). Sivil Toplumun Kavramsal Tarihi ve Sivil Toplumla İlgili Güncel Tartışmalar. Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 23(1), 339-369.
- Onbaşı, F. (2005). Sivil Toplum. Epokhe.
- Ozan, E. D. (2018). Sivil Toplum. İçinde G. Atılgan & E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler (7.Baskı). Yordam Kitap.
- Savran, G. A. (2013). Sivil Toplum ve Ötesi: Rousseau, Hegel, Marx (3.Baskı). Belge Yayınları.
- Saygılı, A. (2014). Jean Bodin’in Egemenlik Anlayışı Çerçevesinde Kralın İki Bedeni Kuramına Kısa Bir Bakış. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 63(1), 185-198. https://doi.org/10.1501/Hukfak_0000001744
- Türk, G. D. (2016). Türkiye’de Suriyeli Mültecilere Yönelik Sivil Toplum Kuruluşlarının Faaliyetlerine İlişkin Bir Değerlendirme. Marmara İletişim Dergisi, 25, 145-157. https://doi.org/10.17829/midr.20162520723
Bu yazı daha önce Sendika.org sitesinde yayınlandı.