Kitlesel işsizlik, düşük ücretler ve yoksulluk neden var? Suriye, Irak, Afganistan ve pek çok yerde savaşların sebepleri nelerdir? Küresel ısınmanın kaynağı nedir? Kadınlar neden şiddete maruz kalıyor ve erkeklerle eşit değiller? Bu ve benzeri tüm sorulara yanıt verilmeden insanlığın ve doğanın bütün olarak karşılaştığı sorunlara çözüm bulmak mümkün değildir.
Bugün teknolojik gelişme ve ekonominin ulaştığı noktada sağlanabilecek olanaklar ile insanların gerçek yaşam koşulları arasında büyük bir mesafe var. Mevcut bilgi, teknik ve üretim düzeyi, tüm insanlara daha iyi bir dünya için gerekli imkanları sağlayabilecek kapasitededir. Bunun için ek olarak yeni bir bilimsel ya da teknolojik devrime ihtiyaç bile yoktur. Ancak günümüzde, en temel ihtiyaçlar olan giyinme, beslenme, barınma ve sağlık gibi sorunların çözülememesi, adım adım daha da kötüye gidildiği açıkça görülmektedir.
Günümüzde silahlanma ve savaşlara harcanan paranın çok küçük bir oranıyla sıtma gibi hastalıklar hemen tarihe karışabilir. Bütün insanlar için yeterli miktarda gıda üretimi yapılabilmesi için tüm şartlar mevcutken, her üç saniyede bir insan açlıktan ölüyor. Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) katlanarak büyürken, işsizlik de onunla birlikte artıyor ve reel ücretler düşüyor.
Peki, neden böyle?
Cevap çok basit: Çünkü hâlihazırda dünya üzerinde hakim olan ekonomik ve toplumsal düzen, nüfusun küçük bir azınlığının azami kar elde etmesini her şeyin üstünde tutarken, insanların büyük çoğunluğunun ve çevrenin ihtiyaçlarını önemsememektedir; çünkü kapitalizm içinde yaşıyoruz.
Zıt Çıkarlar Her bir işten çıkarmada, Irak’a, Afganistan’a ya da dünyanın herhangi bir yerine düşen her bombada, bir nehre akıtılan her damla zehirli atık suda, iş kazalarına neden olan her türlü tedbirsizlikte, belli insanların ya da insan gruplarının kararları bulunur. Bu kararları çıkarlar belirler. Herhangi bir işçiye işten çıkarmalar konusunda görüşü sorulsa, karşı olduğunu ifade eder; çünkü bu durumdan bir çıkarı yoktur. Afganistan’da yaşayan insanlara ya da sıradan askerlere görüşleri sorulsa, savaşa karşı çıkarlar; çünkü savaştan bir çıkarları yoktur.
Ancak, işten çıkarmalardan, sosyal hakların kısıtlanmasından, savaşlardan çıkarı olan küçük bir azınlık da vardır: Zenginler ve egemenler.
Zengin ve egemen olmak için paraya, yani çok miktarda sermayeye ihtiyaç vardır. Yani zengin ve egemen olanlar sermayedarlardır; fabrika, banka, şirket sahipleri ve onların işlerini gören siyasi partiler ile hükümetlerdeki temsilcileridir. İşten çıkarmalar, az sayıda çalışanla çok kar elde etmeye; sosyal kısıtlamalar, şirketlerin sosyal güvenlik kesintilerini düşürerek ve ücretleri aşağı çekerek daha fazla kar elde etmeye; savaşlar ise güçlü devletlerdeki büyük şirketlerin hammadde, pazar ve ticaret yollarını kontrol ederek daha fazla kar elde etmeye yarar. Kapitalistler ve kapitalizm yanlıları, kâr amacı güden üretim tarzının herkesin faydalanacağını iddia ederler. Kısacası, “bugünün kazancı, yarının yatırımı ve öbür günün istihdam alanıdır” derler. Ancak mesele şu ki, bu tez yeni değil; aksine onlarca yıldır ifade edilir ve karlar şirket sahiplerinin ceplerine akarken, yatırımlar giderek üretim alanlarına ve dolayısıyla istihdam sağlayacak alanlara daha az yapılır. Yeni istihdam alanları yerine, milyonları bulan yapısal işsizlikle karşı karşıya kalırız. Çünkü kapitalizm sadece adaletsiz değil, aynı zamanda işler de değildir.
Kapitalizm, sürekli krizlere gebe ve kaotik bir sistemdir. Üretim toplumsal olmasına rağmen üretilen şeylerin kapitalist temelde banka ve şirketlerin özel mülkiyetinde olması, dünya pazarı çerçevesinde şirketler ve ulus devletler arasındaki rekabet, kâr mantığı gibi nedenlerden ötürü kapitalizm, uyumlu bir gelişmeye uygun değildir. Kapitalizmde dengesizlikler, üretim ve kapasite fazlalıkları, borçlanma ve spekülasyon balonları ortaya çıkar. Bu dengesizlikler ve çelişkiler, sürekli ekonomik krizler şeklinde kendini gösterir.
Bu krizler, kapitalizm kadar eski. Kapitalist sistemin ilk evrelerinde, bu durumlar ekonominin yükselişinin ve genel olarak tüm toplumun gelişiminin kısa süreli kesintileri şeklindeydi. Ancak 20. yüzyılın başlarından itibaren bu durum sona ermiştir. Kapitalizmin kriz üreten yapısı ve rekabeti, iki dünya savaşına yol açtı.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, 1970’lerin başlarına kadar Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yüksek büyüme oranları ile uzun bir yükseliş dönemi yaşandı. Bu dönem, işçi sınıfının büyük bir bölümünün yaşam standartlarının iyileşmesini sağladı ki, bu gelişmede işçi sınıfının örgütlü baskısı ve kapitalist olmayan devletlerden oluşan Doğu Bloku’nun varlığının, kapitalistler tarafından bir tehdit olarak algılanmasının büyük bir rolü vardı.
Ancak neredeyse elli yıldır kapitalizm, kendi “normal” haline yani çöküşe dönüşe geçmiş denilebilir. Ekonomik krizler ekonomik gerilemeye yol açarken, yükselme dönemleri giderek daha zayıf olma eğilimindedir. Artık kriz zamanlarında ortaya çıkan sorunlar, yükselme dönemlerinde telafi edilememektedir. Pazar ekonomisi yokuş aşağı giderken, kitlelerin yaşam ve gelecek perspektifleri ile umutlarını da kendisiyle birlikte sürüklemektedir.
Absürt olan, krizlerin yokluktan değil, tam tersine bolluktan ortaya çıkmasıdır. Kapitalizmin yasaları, sermaye ile daha fazla sermaye yaratılmasını ister. Sadece kazanç elde edilmesi değil, rekabete ayak uydurabilmek için bu kazancın en yüksek seviyede tutulması zorunludur. Ancak, biriken sermaye yığını için yeterli yatırım seçenekleri bulunmamaktadır.
Kapitalist krize yol açan pek çok çeşitli neden bulunmaktadır. Ancak, belirleyici olarak derinde yatan neden, karın, özellikle de kar oranının gelişimi, yani kazancın yatırılan sermayeye oranıdır.
Marx, kar oranının düşme eğiliminin olduğunu ortaya koymuştur. Artı değer ve karın tek kaynağının insan emeği olması gerçeği, bu sonucu doğurur. Artı değer, emekçilerin bir hammaddeye ya da ön ürüne emek katmalarıyla ortaya çıkan değeri ifade eder. Bu değerin bir kısmı, emekçilere yaşamlarını sürdürebilmeleri için maaş ve ücret olarak verilir. Geri kalan değer ise artı değerdir.
Malın piyasada satılması ile artı değerden kar elde edilmesi gerekmektedir. Rekabetin yarattığı baskı, kapitalistleri bir yandan ücretleri düşürmeye, diğer yandan makine donanımlarını güçlendirerek verimliliği artırmaya zorlar. Ücretler ve maaşlar değişken sermaye; makine, bilgisayar, hammadde gibi unsurlar ise sabit sermaye olarak adlandırılır. İkisinin arasındaki denge, sabit sermeye lehine gelişir. Karın ve artı değerin tek kaynağı insan emeği yani değişken sermaye olduğu için, bu durum kar oranında düşme eğilimi yaratır.
Bu bir eğilimdir, çünkü bu gelişmeler, başka gelişmelerle geçici olarak dengeleyebilir. Örneğin, çalışma saatlerinin uzatılması ve ücretlerin düşürülmesiyle işçi sınıfının sömürüsü yoğunlaştırıldığında, kar oranının yükseltilmesi sağlanabilir. Ancak, netice olarak sabit sermayenin birikimi, tüm karşı eğilimlere rağmen baskın gelir ve kar oranı düşer.
Bu durumda, kapitalist için birikmiş sermayesiyle yatırım yapmanın bir getirisi kalmaz. Elbette, bu birikimin ciddi bir kısmı sürekli lüks tüketimi için harcanabilir. Ancak, asıl sermaye, yani daha fazla sermaye birikimi için kullanılan para, ya spekülasyona yatırılır ya da elde tutulur.
Bütün malları üretmesine rağmen yalnızca küçük bir oranını ücret olarak alan işçi sınıfı, kapitalistin yatırım yapmadığı ve elinde tuttuğu sermayeye ulaşamaz. Üretim ve kapasite fazlalığı ortaya çıkınca, sorunlar yayılır ve krize dönüşür.
Böyle bir kriz durumunda sabit sermaye imha edilir. Yani fabrikalar kapatılır, üretim olanakları ortadan kaldırılır. Yalnızca bu şekilde, yeni bir döngü bir üst aşamada tekrar başlatılabilir.
Ekonomik kriz döngülerinin, kapitalizmi kaldırmak dışında, nihai bir çözümü bulunmamaktadır.
Küreselleşme ve neoliberalizm
Çok bahsedilen küreselleşme, sistemin yapısal krizini ve çelişkilerini ortadan kaldırmaz; aksine onların bir sonucudur. Savaş sonrası ortaya çıkan “kapitalizmin altın çağı” sona erdikten sonra sermaye, karlı yatırım alanları arayışına girerken karşısındaki tüm engelleri kaldırmaya çalıştı: Gümrük bariyerleri, sürekli sözü edilen sosyal devlet, hala kamu mülkiyetinde bulunan ekonomi alanları vb. Ayrıca, kâr oranını yükseltmek amacıyla emekçilerin üzerindeki sömürüyü artırmak için işçi sınıfı hareketinin kazanımlarına saldırıldı.
O zamana kadar kamu mülkiyetinde olan ve sermaye kullanımına açılmamış alanlar, kapitalist pazara entegre edilmek üzere özelleştirildi. Ve yatırımlar, hastaneler, okullar, gıda, ilaç, altyapı gibi alanlara değil, daha yüksek kazanç vadeden finans piyasalarına yönlendirildi.
Ancak kapitalizmin çelişkileri bu şekilde ortadan kaldırılmadı; aksine, bu çelişkiler daha da keskinleşti. Bu yüzden kapitalist sistem, 2008’de başlayan ve tüm dünyayı sarsan krizden hala çıkabilmiş değil. Krizin kurbanları ise yine dünya genelindeki emekçiler, işsizler ve yoksullar.
Kapitalizm reformla iyileştirilebilir mi?
Peki, kapitalizm reformlar aracılığıyla daha iyi bir hale getirilebilir mi? “Sosyal pazar ekonomisine” geri dönülebilir mi? Sendikal ve sol hareket içerisinde aktif birçok kişi, kapitalizmi kontrol altına almanın, sosyal yasaları iyileştirmenin, ücretleri yükseltmenin, onu ortadan kaldırmaktan daha kolay olduğunu düşünür.
Kitle hareketleri, özellikle de işçi hareketinin grev ve genel grevleri önemli başarılar sağlar. Kapitalistler, karlarını ve güçlerini tehlikede hissettiklerinde, kararlı mücadeleler sayesinde ödünler vermeye zorlanabilirler.
Ancak, bankaların ve şirketlerin güçleri temelden kırılmadığı sürece bu ödünler/kazanımlar kalıcı olmayacaktır. Kapitalizmin, rekabet savaşının, kâr mantığının yasaları, sermaye sahibi egemen sınıfı daima bu ödünleri geri almaya, çevreyi mahvetmeye, savaşlar açmaya itecektir.
Servetlerinin ve iktidarlarının ciddi şekilde tehdit altında olduklarını gördüklerinde, kapitalistler demokratik hakları bir kenara atarak otoriter rejimler kurmaktan çekinmezler. 1933’te sermayedar kurumlarının Hitler’i işçi sınıfı hareketini dağıtmak için iktidara getirdiği, 1973’te ABD emperyalizminin Pinochet darbesiyle Salvador Allende’nin sosyalist hükümetini devirdiği ve daha birçok örnekte olduğu gibi.
Gündelik yaşam koşullarımızın iyileştirilmesi için verdiğimiz mücadeleleri, kapitalizmi kaldırmak adına yürüttüğümüz mücadele ile bütünleştirmek zorundayız. İnsanca bir asgari ücretten taşeronluğun kaldırılmasına, çevrenin talan edilmesinin önlenmesinden sendikal hakların güvence altına alınmasına kadar, yaşamın her alanına ilişkin taleplerimizle mücadelemizi sürdürürüz. Bu talepler, sistem içinde tekil olarak karşılanabilir olsa da, ancak bugüne kadar baş aşağı duran koşullar ayakları üstüne oturtulduğunda bütün olarak gerçekleştirilebilir. Burada belirleyici olan mülkiyet meselesidir; zira bir ekonominin tüm toplum tarafından kontrol edilmesi ve tüm toplumun yararına hizmet etmesi, ancak o ekonominin tüm toplumun mülkiyetinde olmasıyla mümkün olacaktır.